Özgür Durakoğulları
Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin yönetmeni Peter Jackson’ın 1992 tarihli “Braindead” isimli absürd korku-komedi filmini izlediyseniz eğer orada dikkatinizi çekebilecek bir durum var; şöyle ki esas oğlan çim biçme makinesini kaldırıp zombileri doğramaya başladığında üzerine kan sıçrar, ve doğal bir tiksinti refleksiyle tepki gösterir bu duruma. Ama doğradığı zombiler bir ev dolusu olunca, gittikçe tepkisizleşmeye başlar.
Her tarafı kan revan içindedir, ama sanki mutfakta domates doğruyormuş gibi gayet donuk bir edayla işinin geri kalanını bitirir. Ya da benzer bir “alışmışlık” hadisesini atari veya bilgisayar oyunu oynayan kişiler de bileceklerdir; özellikle hack&slash veya beat-em-up gibi oyunlarda üzerinize yüzlerce yaratık gelir, ve bir süre sonra heyecan dozu düşmeye başlar. Sanki yaratık kesmek, tetris oynamak gibi bir monotonluğa sürüklenir. Aslında daha iğrenç örnekler de verebilirim, ama neyse yeterli bu kadar.
Neden böyle bir durumdan bahsettim, çünkü bu olayı müziğe bir biçimde bağlamaya çalışacağım. Bu etki herkeste aynı biçimde tezahür etmeyebilir, ama ben grindcore gibi, doom metal gibi türleri dinlerken de aynen bu biçimde uyuşuyorum. Yani grindcore dinlerken, uykusu gelen bir tek ben miyim diye de merak etmiyor değilim aslında. Halbuki son derece enerjik, brütal bir müzik. Ama içinde tempo değişiklikleri, aksatmalar olmayınca bana nedense böyle oluyor.
Burada tanıttığım albümdeki vokalist John West, benim en favori vokalistimdir. Bu adam neden mi favorim? Bir kere birçok tekniğe son derece hakim bir vokalist. Falsettoları, kafa sesleri, burunda tınlattığı usta tiz vokalleri, scream’leriyle beni her zaman heyecanlandırabilen bir vokalist. Şimdi power metalde ve bazı heavy metal gruplarında rastladığımız bir hadise var, örneğin Manowar ve Judas Priest’te. Bu grupların vokalistleri yukarda film ve oyun örneklerinde verdiğim hisleri yaşatıyorlar bana genellikle. Manowar’dan bir Black Wind Fire And Steel dinleyince gaza gelmiyor muyum, veya aynı durum Painkiller dinleyince olmuyor mu? Oluyor. Ama çok nadirdir böyle şarkılarından 3-4 tane arka arkaya dinleyebildiğim. Scream atmak, ya da çok tiz vokal yapmak bir yetenektir, ama fazla kullanılınca etkisini kaybediyor bence. Scream, aynen bir filmin veya kitabın sonundan hemen önceki şaşırtan kurgusal hamle gibi olmalıdır bence. Tokat yemiş gibi olmalısınızdır bir scream vokal duyduğunuzda. Tokat manyağı olursanız pek etkileyiciliği kalmaz bana sorarsanız.
Bir de müzisyenlik, aslında atletizm gibidir. Çok fazla efor gerektirmeyen bir enstrüman veya vokal kullanıcısını bir cirit atıcıya benzetebilirken, sağlam scream’ler atabilen bir vokalisti veya çok hızlı grind ritim giden bir davulcuyu 100 metre sprinterine benzetmek çok da abes olmaz diye düşünüyorum. Cirit atıcılar için önemli olan ön hazırlıktır, tekniktir ve fit olmaktır performanstan önce. Ama bir 100 metre koşucusu tüm bunları yapmasının yanında, performansı esnasında da çok fazla efor sarf eder, sakatlanma riskleri taşır. Tuşesi çok sert olan bir davulcu, çok hızlı ve güçlü çalması gereken bir davulcu, çok sağlam tizlere çıkması ya da scream atması gereken bir vokalistin sakatlandıklarını da duymuşsunuzdur belki, zira rastlanmayan durumlar değil. Örnek vermem gerekirse, Scorpions vokali Klaus Meine uzunca bir zaman önce sesini ciddi biçimde sakatlamıştır, hatta doktoru “Bir daha şarkı söylememelisin” demesine rağmen, kendisi sahalara dönmüştür. Cradle of Filth vokalisti Dani Filth de çok zor bir vokal tarzı sergilemesinden mütevellit, ciddi ses sakatlanmalarına ve yıpranmalarına maruz kalmıştır. Davullardan 2 örnek vermek gerekirse, Slayer davulcusu Dave Lombardo’nun da epey zaman önce sakatlandığını duymuşsunuzdur belki. Tabii müzikte çok sık rastlanan bir olay değildir sakatlanmak, ama sporla ufak da olsa bir paralellik vardır yine de. Ya da, Kamelot davulcusunun da tuşesi çok serttir ve kendisi DVD ekstrasında yaptığı bir konuşmada çok sık sakatlandığını, defalarca ağrılar içinde konserlere çıktığını belirtmiştir. Aksi örnek olarak, mesela Scorpions’un davulcusu sakatlansa sakatlansa, evde ayağına raf falan düşmüştür ya da davul çalarken ters bir hareket yapmıştır. Çünkü asla fiziksel olarak zorlanacağı davullar çalmamıştır hiçbir zaman.
Şimdi nihayet gelelim bu albümün kritiğine [Amma dolandırdım lafı yahu, gören de albüm hakkında bir şey bilmiyorum zannedecek (belki de öyledir!)]. Artension’ın beyni Vitalij Kuprij isimli klavye ve piyano virtüözüdür. Kendisi öncelikle bir piyano virtüözüdür ve ciddi resitalleri vardır muhtelif mekanlarda sergilediği. Açık konuşmak gerekirse ben bu adamın piyanoculuğunu severken, klavyeciliğini pek sevmiyorum. (“Phoenix Rising” albümündeki kapanış parçası I Really Don’t Care’de Kuprij’in harika piyanistliğine tanıklık edilebilir.) Çok garip ve hoşlanmadığım solo synth tonları kullanıyor. Bir de tondan mı, yoksa kendisi klavye tuşesine pek hakim olmadığı için midir bilmem, bana dokunuşları tam yerine oturmuyor gibi gelir birçok solosunda. (Bilindiği gibi piyano tuşesi ve klavye tuşesi bambaşka şeylerdir.) Çok hızlı bir klavyecidir bir de, bu zaten nesnel bir gerçektir. (Ha yukarda bir ton gevelediğim “sürekli hızlı giden davulcunun bir yerden sonra dinleyiciyi duyarsızlaştırması” olayı bu adamda da geçerli midir, daha önce hiç düşünmemiştim. Ama Malmsteen gibi sürekli solo atan bir abi olmadığından, sanırım geçerli değil benim gözümde.)
İyi de bestecidir Kuprij. Tanıttığım albüm de bence Artension’ın kariyerinin zirvesidir. Gerçi ilk göz ağrısı “Forces of Nature” albümünü daha fazla dinlerim, ama “Phoenix Rising”de daha fazla hit şarkı var. Hele ki Valley of the Kings parçası. Bu kadar iyi bir beste çok az gruba nasip olur. Özellikle hayatımın vokalisti John West, tizlerdeki hayvanlığının yanında sesinin dramatik yönünü de göstermiştir, özellikle pes pasajlarda. Aslında bu parça olmasa, albüme vereceğim puan kafadan 1 not düşerdi, o kadar da mükemmel bir beste işte.
Artension’ın tarzı bence temelde neo-klasik heavy metaldir, ama bu yapıda lezzetli power-progresif metal sosları da yok değildir. Enstrüman tonları belki çok süper değil, ama temiz ve güçlü bir kaydı var albümün. Eserde diğer öne çıkan şarkılar, Into The Blue, Phoenix Rising ve The City Is Lost’dur. Vokalist John West’in kariyer zirvesi, Royal Hunt’ın “Fear” albümündedir, ama bu albümde de ne kadar çok yönlü; ne zaman ruh okşamasını, ne zaman da ölümcül bir tokat atması gerektiğini bilecek bir hayvanlığa imzasını atmıştır. Vitalij Kuprij’in solo olaylarına fazla bayılmasam da, böyle bestelerde imzası olması bile ona yardımcı oyuncu oskarını getirmiştir gözümde. Albümdeki bir diğer isimli kişi ise davulcu Mike Terrana’dır. Ama bu albümdeki davullar sanırım genel müziği götürecek şekilde yazılmış. Twin ağırlıklı neo-klasik müziklerden alıştığımız davullardan çok ötesi sergilenmemiş albümde. Baslarda da dikkat çekici bir yana rastlamadım şahsen.
Şu anda Artension aktif değil, hatta John West’e bir röportajda bununla ilgili sorulan bir soruda West: “Vitalij’i geçenlerde telefonla aradım açmadı, belli ki yoğun bir döneminde. Ben çok isterim bir albüm daha yapmayı beraber” gibi bir cevap vermişti.
Kritiğin sonunda da John West’den biraz daha bahsederek olayı sonlandırmaya çalışayım. Tamam ben bu adama ayrı bir hayranım, ama bunun dışında kendisi son dererce üretken bir müzisyen. Solo albümleriyle olsun; Artension, Royal Hunt, Feinstein, Emir Hot, Destiny gibi gruplarla olsun sürekli bir şeyler yapan bir adam. Hatta en son, myspace sayfasında “session member” olarak katılabileceği teklifler beklediğini de yazmış, yani üretkenlikte sınır tanımayan bir sanatçı kendisi. En son Ten Man Push ismindeki rock grubunda gitar/geri vokal’lik yapmakta kendisi. Evet, hem de çok iyi gitar çalıyor bu adam.
Bir de West Iron Maiden tribute albümünde Run To The Hills parçasını başarıyla cover’lamıştır, gitarlarda Savatage’den Chris Caffery ile birlikte. Neden mi bu parçayı seçmiş? Çünkü kendisi ırk olarak yarı Kızılderili. Bu albümde de esas tokadını Phoenix Rising parçasında atıyor. (Ya da Madem Messi’ye benzettik, “gölünü atıyor” diyelim.)
Pastiş ve kolaj elementleriyle süslü; kaotik, postmodern kritik. :D
artension’ın en iyi işlerinden birisi. bir tek “machine” albümünü sevemedim o kadar. bu grup hemcinsleri arasında kaybolup gitmiş, oysa ne kadar da üstün bir müzikleri var. yurt dışında tanıyan çok fazla ama bu ülkede popülariteye kurban gittiğinden pek kimse bahsetmiyor. kadroya baksan süperstar bir grup ama sanki bir elin parmakları kadar takip edeni var. john west’e ise bir şey diyemiyorum heavy metal tarihinin “değeri bilinmemiş” en başarılı vokalistlerinden birisi. bu albüme notum ise 8/10. bu albüme 1 veya 3 verenler acaba dinlemişler mi merak ediyorum.