Acid Bath ile 14 yaşımda tanıştım – ilkgençliğimin ilk yazında, Eros’a ve çılgınlığa aynı anda yataklık eden Attaleia güneşin altında… Haftanın hangi kutlu günüyse, yolum musikinin farklı çehrelerini keşfetmekten yorulmayan yeniyetme connoisseur’lerin Attaleia kabesine, Timur’s Music Center’a, bir doz punk için ‘şef’in tavsiyesini almak üzere düşmüştü – The Offspring, Green Day ve Rancid’in Punk’ı “dirilttiği” kültür doruğunu soluyorduk, başını pop dergilerinden dışarı çıkarttığında küfür sağanağı altında kalan diriliş bandosunun tantanası hiçbirşeye yaramamış olsa da en azından haysiyetli yüreklere eski albümleri karıştırma esinini salmıştı. Benim keşif açlığım ise daha büyüktü: metal Ortodoksisinin nimetlerini Goth Rock’la, Velvet’larla, Iggy’yle dengelemeye çalışıyordum -- Punk’ın sınırlı kendiliğinden ziyade heterodoksisine zengin sefih çiftleşme kabiliyeti ve doğurganlığıydı çekici olan, efsaneleri kadar aile albümüyle de Metal’in eğilip bükülmez ahlakçılığı karşısında isyanın başka yordamlardan, daha usulsüz, daha gayriciddi bir izlenim veren nitekim çok daha dünyaya değgin yollardan icra edilebileceğine dair bir dipnottu “şu Punk hadisesi”; The Exploited’dan öğrendiğimiz gibi Sid’in masum olduğunu papağanlamak da Dave Lombardo ve bagetleri konulu şehir efsanelerini sakız etmekten daha eğlenceli ve daha az maçoydu.
Timur’s asistanı Gökhan’a derdimi aktardım. Şefin eli, CD sırasının en önünde duran, masumiyet çağının alnında, güneydeki mütevazi müzik inine nasıl düştüğü bugün de muamma olan bir diske uzandı. Tavsiyenin kapağından anaokulu renkleri akıyordu -- vitrindeki, yaktığı kurabiyelerden özür dilercesine öne eğilmiş, tek eli söz istermişcesine havada, sodomi banyosundan henüz çıkmış şişman, ıslak, kambur bir palyaçoydu. Söz konusu vakitlerde, tüm karşı-kültürel gayretimize rağmen, yaratıcı otoportresine “Pogo the Clown” kartvizitini iliştiren kahramanı tanımıyorduk fakat Stephen King’in “It”inden, palyaçoların gardrop yaşantılarını kestirebilecek kadar payımızı almıştık.
Gökhan diski yuvaya yerleştirip tadımlık uçuş için koltuğu fırlattığında speaker’lardan yayılan uğultuyla 14 yaşımın şeker kaplı teni, ilk defa feedback duşunun serinliği ve düşe gebeliğine çarpıldı. Sporadik kasılmaları ivmelendiren eylemsizlik beyazı, derin sualtı konsantrasyonu..
Gitarın cinnet öncesi eklemlerini deneyişi, bass’ın epileptik nabzı, gırtlağın patlayışı… deneyimin her tekil parçası dışarıdaki güneş kadar sıcaktı.
Eros’un ilkgençlik çağını mühürleyen masumiyeti, müziğe atfedilen “morfolojisiyle duyguların akışını taklit etme” yönlü romantik yapısallık etiketini her tekil örnekte doğrulamak adına hazır bekler – fakat kendini göstermeksizin, rüyadan bir maske ile.
Benim için Acid Bath deneyimimde aslolan, kasıklardan kalbe atılan som sesten yapılma ateş köprüsünden geçmekte olduğumdu – varlığın sancaklaşması kadar reddinin de sarhoşluğa dair olduğu bir devrede, bir şimşeğin yelesinden tutmuştum ve rüya otobanında buz perilerini değil kendi kanlı ağzımı selamlıyordum. Sludge’ın sarayı serindi, mentollü bourbon’dan farksızdı, boşalmak kadar dolmakla, kızışmakla, örste dövülmekle alakalıydı.
“The Blue”dan oracıkta birkaç yudum daha aldım – dezonans tavanda örümcek ağları örerken, sayısız paralel evrende sayısız beyin şiddette karar kıldı, birkaçının çanağı slow motion, a la Cronenberg patladı ve Acid Bath’ın güneşsi, köpükle yıkanmış kumsalında suretsiz Pat bBateman’ler – Hawai gömlekli, saçları geriye taranmış, piç bakışlı -- cinnetin gümrüğünden vizesiz geçiş yaptı.
“Across your face, i see what you are, you wanna kill the sun, blot out the stars”
Death Metal’in mutlak hakikat olduğunun propagandasını yapan her metalkafa, 90’lar metal divanının özellikle Birleşik Devletler kısmında boy vermiş ve core-metal hibridinin yankılarını bayraklaştırmış grupların tertiplice patetik vokalleri kullanıma almalarına pek de sevecen bakmaz. Söz konusu haremağası öykülerin çoğunda, baş rolü üstlenen asosyal travma sonrası stres bozukluğu abidesi (bkz. Jonathan Davis) genellikle arenadaki diğer davaya ihanet şüphelilerinin yaptığı gibi Metal’in “kutsal kitabına” posh bir elegansı veya kadınsı bir pathos’u değil düpedüz makyaj odası sulugözlüğünü sokmaktadır ve bu açık seçik KÜFÜRDÜR.
Acid Bath’ın temiz vokalizasyonları ise, otoriteler tarafından – aşırıyorum merdivenine tırmanılmaksızın -- stüdyo rutubetinde devinen HC güruhlarının Emo’nun tuzağına düştükleri çizgiyle referanslandırılır: emo tanımının dehşetengiz yankısı kimseyi yabancılaştırmasın, Acid Bath’ın hatecore neşterinin cilası, kaybedişe veya kafa karışıklığına değil ‘düşkün’lüğe dairdir ve Jim Morrison’ın satanist yeğeni Dax Riggs’i mikrofon başına geçiren bataklık çocuklarının hal ve tavırları bu davada sanık sandalyesine oturtulamaz.
Gökhan, diski kasete attı – 90’lık, hantal, müziği boğacağını ilan eden bir Raks. Kapaktan edinilen izlenim evde, heyecanın engebelendirdiği patikalardan geri çağrıldı. Logo yeniden üretildi. İlk zamanlar, 14 yaşın sabırsızlığıyla “The Blue”dan, “Cheap Vodka”dan “Tranquilized”dan içip ötesini mumlu kulaklarla dinledim. Bir vakit sonra ilk büyük keşfimi yapmıştım: “Finger paintings of the Insane”. Death Metal mistifikasyonuyla sarmalanmış klişe bir yarılma şiiri, düşsel enformasyonu bulanık bir bass/gitar kurgusu, pekala yarıda kalmış bir Tour de Force…
“Turning the knife buried in your stomach, i woke up alive black with stain, glistening and new, the sunsets coming, fingerpaintings of the insane”
”Come on and sterilize me, kneel down and idolize me, suck me, fuck me, resurrect me, rut me cut me and infect me, slice me, dice me, i want to die screaming”
Hemen ardından ‘Toobabo Koomi’nin hangi yerli dilinde hangi sapkın anlamlara geldiği merak edildi ve ‘Cassie Eats Cockroaches’ın başlığındaki yaratıcılığa hayran kalındı – tüm bunlar, Attaleia’nın şarapla kutsanmış dalgakıranlarında ve sokaklarında, Konur K Koldaş’la birlikte, kasabanın anoreksik John Travolta’sının başını çektiği çeteyle Clavicula Solomonis rehberliğinde esaslı bir şeytani kovenant derleyip masumlara kök söktürdüğü şu filmin etkisinde, kahramanın sunak yaptığı ininden yavaş adımlarla çıkarken sustalısının dilini uzattığı sahneyi NATO damgalı soğuk çelik ve imitasyon jestlerle canlandırma gayretindeyken ve öte yanda Emre Önol oyuncak ayısından cinayet emri alan Clarisse/Clarie/Claire/Clara isimli genç kızları tasvir etmekle meşgulken gerçekleşiyordu -- kısacası majestelerinin (HIM) sancağını dalgalandıran zaman ruhuna yumulmuştuk, dünyanın piçleri olarak kurtulamayacağınız tek damga vardı, içimizdeki…
Orta Amerika’nın en klas jazz-bass vaizinin şovu gibi başlayan “Scream of the Butterfly”ı ne zaman keşfettiğimi anımsamıyorum ama büyük Doom devriminden önce olduğunu kesinleyebilirim. Kasetin ekvator çizgisine yakın bir yerlerde, Bedlam hücreleri arasında gerilmiş telgraf tellerinde dans eden bir ezgiydi ilkin, bir zaman sonra sırrını açık etti. Gençliğin kutsal ve profan olanı aynı dokunuşta duyumsayabilen vahşi kalbi dudaklarının kenarında kan lekesiyle sırıtan Junk kraliçelerinin kokusunu almakta gecikmedi:
“A creature made of sunshine, her eyes were like the sky, rabbit howls like something old, as we twitch to a lullaby, the scapel shines in god’s sunshine, the streetlights whisper pain, down here near the poison stream, our god has gone insane”
”She smiles like a child with flowers in her hair, with blood on her hands, into the sun she stares, she feels it die, i heard her cry”
Scream of the Butterfly, nekromantik bir ballad’dı – Badlands’de düzülmüş “courtly” bir serenat, dikiz aynasında eşarp, frengili imgelemler için karavan yapımı mucize ilaç, Americana’nın iç organlarında dehşet, kan ve romans:
“Something cold is forced inside her, a tears spill down her cheek, stillborn songs of a dead dreamer, hymns of a needle freak”
”With sunlight in her hair she smiles like she don’t care, her dreams of liquid blue,
i cut my self again and again to remind myself of you”
Kenan Yarar’ın hilal’ine ve Kali’nin silahlarını kuşanan tüm Heroine’lere giden selamın kuyruğunda, öykünün şarkı sözü kağıdına yansımamış, eserin gücünün hangi ışıltılı mecralarda sürdüğünü tek atışta ele veren epilogu anımsayalım:
“I met an angel with a sawed-off shotgun, wanted by the fbi, we dropped some acid,
killed our parents….”
Türk Metal dinleyicisi Birleşik Devletler’in saf enerjiden, ciğerlerini kusarcasına öksüren gitar aksanından ve maçoluktan daha fazla olduğunu anlamakta gecikmiştir. Bu gecikmenin sebebi eser kadar dinleyici/imgeleyiciyi de stereotipleştiren borderline dikotomi doğrultusunda toprağa değgin musikinin deri derinliğini aşmayacağı kanısıdır. Tennessee’yi şişeden çeken beyaz atletli adamların sertlik iklimi kulaklar kadar yürekleri de kamaştırdıkça, inceliklere yatkın kulaklar Americana’ya Weimar entelektüellerinin azaplarına gösterdikleri ilgiyi göstermeye başlayacaktır. Ne iyi ki Başkent’te göndere çekilen Blacktooth bayrağını gördükten sonra parmaklarımız kördüğüm değil.
Acid Bath kaçınılmazca Americana’dır, Edward Hopper’ın motel yalnızlığı tasvirleri, fetiş koşu takımları, Klansmen ve Gacy gibileri türetebilen iş ahlakı ile komşudur. Kötü kılıklı bir yerdir burası, ‘küçük bir kasabadaysan eğer’, der Lou Reed, ‘oradan çıkman gerektiğini bilirsin’.
1999’da ‘When the Kite String Pops’un gümüş diskini Zihni’nin ikinci el tezgahında buldum. Kapakta gülümseyen Pogo’nun içeride nelere bulaşmış olduğunu öğrenmenin vaktiydi. Bukleti ortalayan, Bath’ın klasik kadrosunu belgeleyen fotoğraf açıklayıcıydı: Teenslasher’larda genç kurbanlıkları canavarın ritüeline dek kovaladığımız, duvarları iç savaş anıları ve aplik şamdanlarla süslü evlerden birinin salonunda, Death Metal şortlarını çekmiş beş çocuk oturuyordu. Şortun ve tişörtün Death Metal nihilizmindeki yeri ve önemi üzerine uzunca karalanabileceğinin farkındayız, Bath özelinde, sokak kavgasına hazır duruşun, taşraya has rüstik ennui’den benzin istasyonu blues’una doğru uzandığını ve elbette, kaçınılmazca ve ne iyi ki onların ‘bizim çocuklar’ olduklarını belirtmekle yetineceğim.
Bu ‘In Memoriam’ın bu noktasında bu nadide güruhun hakikaten ‘neyle’ meşgul olduğunun janr açıklamalarına yaslı bir belirtimine ihtiyaç duyuluyor, kapsamlı ve zincirleme bir tanımlamaya… Bath’ın Death Metal’in yoğunluğunu ve strüktürel numaralarını ve elbette bu vesileyle imgelem gücünü kaldırabilen, sludge’ın ağırkanlı rönesansından ve atmosferizminden de beslenen bir tür HC icra ettiği söylenebilir. Fakat bu melezleme, stereotipik HC kahramanının çöp tenekelerini ateşe vermeden önce burundan kaydırmak isteyeceği türden bir drug değildir, yine Florida’lı kasapların efsane karmasına kaptanlık edebilecek bir enerji de olamaz.. Sludge-drone-doom-core’un kitabında, sertliğe karar verişin dinleyiciye açıkça hissettirilişi, uzunca bir girdaplaşma ve tefekkür evresinin sonucu olan drenajın çevresinde amplifikatörün varlığının onaylanması, sinemanın Vertov hattında kameranın seyircinin gözüne sokulmasından farksızdır. Amplifikatörün varlığının altının çizilmesi, dinleyiciyle kurulan samimiyeti anlatılarüstü bir mecrada tahsis eder. Fakat Acid Bath, uzamsal referansları doyururken, ‘garaj’ın asla yakalayamayacağı denli derinlikli, neredeyse ‘epik’ bir duygudurum sinyalizasyonunun da altından kalkmayı başarır. Bir yeniyetmelik deneyimiyle süslenen bu yazıda ‘sludge’ gibi tabirleri seferber edebilme rahatlığımın arkasında kökleri çocukluk ansiklopedistliğine, ilkgençlik arşivciliğine uzanan taksonomik bir itinanın yattığının düşünülmemesi – bu taksonomik itina gerçekte vardır ama herşeyin temeli değildir – o demlerde tüm gayretime rağmen yer altı şebekelerine uzaklığım dolayısıyla konvansiyonel kalmaya mahkum olan görüş alanım dahilinde, Bath’la resonant tınıların sadece ve sadece Headbanger’s Ball müdavimi Eye Hate God şişgöbeklerinin gitarlarından çıkarken duyulabileceğini belirtmem gerekiyor.
Açıkçası, sözkonusu zamanlarda ortalıkta ne ‘sludge’ terimini kutsayacak bir takılacak bir neo-proto-doom odaklanması, ne ‘psych’i gitar droneizmine yaslayıp dışavurumculuğa yeni bir çehre kazandıracak bir Boris-Isis-Neurosis üçlüsü mevcuttu. Ağırkanlılık, lirik doom ve gotik metal’in krallığı dışında bir rönesans suretinde saygı görmemekteydi ve ‘amplifier worship’ tanımı en fazla Dave Mustaine’in Marshall sevdasını akla getirebilirdi.
When the Kite String Pops’un lirikal izleğindeki yinelemeler dikkat çekicidir. Albümün evreninde bir yerlerde bir papatya tarlası bulunmaktadır, kuduz kol gezmektedir ve “onların” kendi çocuklarıyla beslenmeleri pek acıdır.
“She runs, through fields of daisies, yeah, it’s just a shame that they eat their own babies…”
Scream of the Butterfly’ı önceleyen “Jezebel”, Acid Bath carnalizminin Cannibal Corpse ve türevlerinin üyesi olduğu self-asphyxating mastürbatörler locasının ne denli dışında olduğunu ele verirken pop kültür sevdasını katranla kaynatır:
“Broken glass and dirty needles, soul erosion truth, electric god, our superman found dead in a telephone booth, shards of teeth, ice pick abortions, orgasmic death so warm, lets die screamin’, black goat semen, i can’t hear you whisper “conform”
“Scream of the Butterfly”ın girizgah motifiyle pistten kalkan “The Mortician’s Flame”i keşfedişim ise daha geç oldu – loş odalarda, ayna önünde biceps çevrelerinin mezuralandığı, Rammstein, Kreuzweg Ost ve tınıdaş tötonlukların düş hammaddesi kılındığı “korkunç zamanlar”dı bunlar ama alevli Mortician’ın kolları daha gerilere, Burroughs yolculuğunu Birleşik Devletler’de yapmış olsa adım atabileceği uğraklara ve elbette ergenliğin çiçeklerine uzanıyordu. Daha geç bir vakitte, Acid Bath’ın grup albümünde yer alan bir diğer Wayne Gacy eseri – döşeğine uzanmış, yedi cücelerin nedimelik ettiği Palyaço Pogo – “The Mortician’s Flame”in davetinin buğusuyla, “elektrikli testere” gülüşünün anlamını açığa vurarak ve Bath’ın ana izleğinin “kutsal çılgınlık” olduğunu ele vererek birleşmekte gecikmedi.
“Hunter of tears, relative pain, half of this world is dark with the stain, the stain of unknowing, the dead flower buds, on smiling lips is innocent blood – the corpse of your god can only rot and grow cold, now promise me you’ll kill me before i get old, i hear you on the telephone moaning my doom, a cold woman will kill me in a darkened room”
“The chain-saw smile of the mortician shines, i still got all my fingers but somewhere i lost my mind, i can smell abortion on you, i can see through, i take the gun out of my mouth and point it at you”
Acid Bath’ın süblim bas işçiliğinin altında imzası olan adam Audie Pitre, 23 Ccak 1997’de, annesi ve babasıyla birlikte alkollü bir sürücünün kurbanı oldu ve Bath, Rotten kataloguna “When the Kite String Pops”un ve 96 tarihli, grubun ballad formatına daha yüklüce yatırım yaptığı “Pagean Terrorism Tactics”in yanı sıra bir sepet dolusu remaster edilecek demo ve küçük çaplı bir efsane bırakarak dağıldı.
Mutlu YETKİN
Bu yazıya kadar hiç dinlememiştim Acid Bath’i, tanımamı sağladığın için teşekkürler. İlk şarkı The Blue’nun coşma anları falan canmış.
Bir de etiketler kısmındaki tür tag’lerini sağdan soldan araştırarak doldurdum, biri doom demiş biri thrash demiş, biri hem grunge hem sludge demiş, fazla/eksik yazdığım varsa düzelteyim.
Dax Riggs projelerine hayranlığım dinmiş olsa da, bir Acid Bath kritiğine çok şaşırdım. hatta hiç beklemiyordum. Mutlu Yetkin’den bir de Agents of Oblivion kritiği bekleriz.
sludge denen naneyi zamanında bu grupla keşfetmiştim ve bütün yaz kite string albümünü dinlemiştim. beton gibi bir albümdü ve bana drone’un kapılarını göstermişti. heey gidi..
çok feci çarpar, bir an aha aldım gazı gidiyorum derken iki saniye sonra boş boş bakarsınız.
What a great resource!
Great information! I’ve been looking for something like this for a while now. Thanks!
şu yabancı okurlarımızın heyecanı da bir başka oluyor. nedense hepsi de tıpla haşır neşir insanlar.
Krtiği daha yeni okudum ama sitedeki en ayrıksı albüm yorumu bu sanırım, çok hoş olmuş, takdir ettim
Acid Bath’i ilk defa bu kritik sayesinde dinledim ve enfes olduğuna karar verdim. Hey maşşallah.
Acid Bath, Alice In Chains ve Crowbar ile beraber gelmiş geçmiş en depresif gruptur benim gözümde. ötesi yoktur asla. The Bones Of Baby Dolls şakağa dayanıp ateşlenen silahtan çıkan ve ateşleyen kişinin beynini dağıtan merminin ta kendisidir. Acid Bath’ın depresifliği, bir eli yağda bir eli balda olupta ürettiklerini dinleyecek insanların duygularını sömürerek parayı karıyı kızı emmenin planlarını yapan ağlak iskandinav gruplarının sahte depresifliği ile asla kıyaslanamaz bile. Dax Riggs denilen aşmış adamın helva kıvamındaki sesi, Chris Cornell gibi tanınmış çoğu adamın sesinden çok daha üstün olsada popüler çalışmalara el atmadığı için sadece bilen ve takip eden kişilere özel bir güzellik olarak kalmaya devam edecektir. Acid Bath grubu ise asla muadili olmayan ve malesef 2 albümle sınırlı kalmış bir hazinedir. keşfedip dinleyen ve zevk alabilene ne mutlu…
Arama bölümünden aratayım dedim, Acid Bath kritiği var mı diye. Sevindim gerçekten. Acid Bath ismail vilehand’ın dediği gibi dinlemeyenler için tam bir hazine. Sadece 2 albüm yapıp dağılmaları da gerçekten üzücü. Depresif olma konusunda da katılıyorum. Bu adamlar gibi samimisini, gerçekten kederlisini çok az dinlemişimdir. Müzikleri ise hiçbir kategoriye sığamayacak şekilde özgün ve sınırsız. Hey gidi Acid Bath. Böyle orjinal, samimi grup gerçekten çok az.
dünyanın en underrated grupları listemdedir kendileri
Paegan Terrorism Tactics albümlerini daha çok severim ama
Bir daha şöyle bi kafanın gelmeyeceğini bilmek ne acı bişey yav.
iyi ki gördüm bu kritiği. alice manyağı olarak beni 12 den vurdu hastası oldum. layne staley razı olsun yazandan. ulan ne adamlar bee. efsane lan.
Dünyanın en iyi albümü.
11.07.2020
@İlker, gelmiş geçmiş en kusursuz müzik olaylarından biri.
23.03.2021
@İlker, haklısın, gerçekten “Dünyanın en iyi albümü.”. Bu gerçeği daha erken kabul etseydim bu yaşımı göremezdim.
Bir insanın bu dünyaya katabileceği en iyi şeyin kendisini yoketmesi olması gerçeğinin “soundtrack’i” resmen. Çok kusursuz bir albüm.
Tarifsiz, underrated, çok ”gerçek” bi albüm, benzer hislerde müzik yapan çoğu plastik grubu tokatlayacak bi müzik, kafasını yaşayabiliyorsanız ne mutlu. Bu Louisiana’dan çıkan gruplarda böyle bi ”sıkıntı” var zaten ama bu elemanlar çok ayrı. Toubabo Koomi “The Land Of The White Cannibals” demekmiş bu arada
“Finger Paintings of the Insane” tek sefere mahsus, asla muadili olmayacak kusursuz bir şarkı. Vücuduma sıvı, katı ve gaz yolu ile zarar vermek istediğimde dinliyorum, mükemmel oluyor.
Dünyanın en sıkıntılı albümü gerçekten. Bi benzeri daha yok, metal tarihindeki en dokunulmaz anlardan biri. Böyle bi kafayı ne grubun sonraki albümünde ne de başka herhangi bi eserde görmedim, hayatta bana en çok hitap eden şeylerden biri. Vomit Gore Trilogy diye akla zarar ne kadar sanat olduğu sorgulanır bi film üçlemesi vardı, nedense aklıma onu getiriyo hep bu albüm
Metal tarihinin en iyi bir kaç başyapıtından biri. Ne yazık ki grupla ilgili sorulan hemen her soruya istisnasız “ergen dönemimde ölüm metali severken çaldığım herhangi bi grup işte eheh” gibi yanıtlar veren Dax Riggs olmak üzere hemen hemen kimsenin bu albüme hak ettiği değeri göstermediğini düşünüyorum. Herifler bir metal albümünde olabilecek her şeyi sığdırmayı başarmışlar ve bunu yaparken müzik 1 saniye bile kasıntı olmuyor. Şaşkınlık, üzüntü ve sinirlenme arasında bir yerlerde geziyorum hep albümün ne kadar az takdir edildiğini düşündükçe.
Manşet cümlede hata var, “bataklık” denmeye çalışılmış sanırım.
28.11.2022
@İlker, sağ ol, düzelttim.
Çok büyük ve çok gerçek bir albüm. Yok olmak istediğim zamanlarda dinliyorum, bir nebze daha iyi hissetmemi sağlıyor.
Bu albümün 2020′den sonra tekrardan yorum almaya başlaması bir şeyler gösteriyor gibi.
Yalnız arada şu albümü dinlerken düşünüyorum acaba tanıdığım insanlar şu albümdeki sözlere bakıp benim buna deli gibi kafa salladığımı görünce nasıl düşünürlerdi diye. Hele Finger Painting of the Insane…
Bu arada The Bones of Baby Dolls tam olarak ne anlatıyor hala tam anlamadım her dinleyişimde tüylerimi diken diken ediyor, gerçek depresik şarkı budur işte
03.12.2022
@Rust in Peace., Yanlış anlamıyorsam songmeanings.com sitesindeki ilk yoruma göre uyuşturucu kullanmak metaforu üzerinden modern düyanın reddedilmesini anlatılıyor.
https://songmeanings.com/songs/view/3530822107858717790/
Çocukların öldürülmesi ile ilgili başka bir yorum daha var ama ilkini kastetmiş olmaları daha olası bence.
Ve evet albümün 2020′den sonra popülerleşmesi çok mantıklı geliyor dünyanın ve ülkenin hali düşünülünce.
Bu albümü dinlerken kendimi jiletleyesim geliyor hayatımda hiç böyle bir şey yapmamama rağmen
Manyak albüm, sıkı metalhead olduğunu bildiğim insanlar dışında kimseye göstermeyeceğim nadir gruplardan
22.06.2023
@Rust in Peace., Bak şu an Cassie Eats Cockroaches dinliyorum süper şarkı, lyriclerin melodisi, riffler, atmosfer olsun ama bu sözler ne olum? Ben bunu sabah akşam grindcore/brutal/slam dinlemekten ruhsuz kalmış adamlar dışında kimseye önermem mesela. Başka biri önerseydi de önyargıyla bakardım ama hayat böyle bir şey
23.06.2023
@Rust in Peace., İnanılmaz sözler gerçekten.
Bu albümde hiçbir albümde göremediğim bir keder, bir boşvermişlik var. O kadar rigid, o kadar raw ve o kadar hakiki bir albüm ki.
I have fallen deep in love with the sky (sky)
Fragments of a sunbeam glaring on a kitchen knife
She smiles like a child with flowers in her hair
With blood on her hands
Into the sun she stares
She feels it die
I heard her cry