Birbirini takip eden hikâyeler sonuçta bir yere bağlanır. Önümüzdeki albüm sıklıkla karşımıza çıkan bir kayıt olmamakla birlikte çok fazla örneği de olmayan, plak şirketinin kendilerini desteklememesi sonucunda ulaşması gereken yere ulaşamayan ciddi bir başyapıttır. Amerikalı Magna Carta firması genellikle progresif rock ve progresif metal albümlerini piyasaya sürer ve bu uğurda bir çok grubu da doksanlı yıllarda müzik dünyasına kazandırmıştır, ama ne var ki görünen köy kılavuz istemez ve bünyesinde bulundurduğu her topluluğu sanki yer altındaymış gibi gün yüzüne çıkarmaktan çekinirler. Bu hemen hemen firmanın her topluluğu için geçerlidir.
Shadow Gallery bu şanssızlığı en çok üzerinde taşıyan gruptur belki de. Nedeni ise o dönemde progresif metalde bir Dream Theater fırtınası esmesidir. İlk önce “Images And Words” ve sonra 1994 yılındaki “Awake” albümüyle artık bir müzik türü, ikinci defa canlanıyordur. Bu sebeple Shadow Gallery bir türlü ulaşması gereken yere ulaşamamış bir grup görüntüsü çizmekteydi.
İlk olarak Heir Apparent, Crimson Glory, Queensryche ve Fates Warning gibi gruplarla şekillenen bu müzik türü doksanlarda Dream Theater ile ikinci baharını yaşamaktaydı. Birçok müzik türünü bünyesinde barındıran progresif metal çok ayrıksı iki topluluğu karşı karşıya getiriyordu. Cazı temel alan Dream Theater, karşısında müzikal anlamda klasik müziği kendisine öncü edinmiş Shadow Gallery ile karşı karşıya kalıyordu. Yıl 1995’ti ve “Awake” çok değil bir sene önce çıkmıştı.
Shadow Gallery icra ettiği müzik türüne “epik” kavramını yerleştiren ilk gruplardan birisidir. Queensryche’ın “Operation:Mindcrime” efsanesinin ardından kendileri ilk albümlerinde “The Queen of the City of Ice” gibi düşsel bir hikâye ile dinleyenleri epey şaşırtmış bir topluluktur. Bu süreç ikinci albüm “Carved In Stone”da da devam eder ve yapısal olarak, kavramsal, ciddi bir başyapıt çıkarırlar. “Carved In Stone”un Shadow Gallery diskografisinde başarılı olmasının sebebi ise Gary Wehrkamp’tır. The Boxtops adlı topluluktan gruba gelen Wehrkamp grubun bestelerine katkı yapmakla kalmaz hem gitarist hem de klavyeci kimliğiyle komple bir müzisyen sıfatını taşır. Üstüne üstlük albümün prodüktörlüğünü de üstlenmesi, miksajına katkıda bulunması da bu albümün sound’unun kusursuz olmasını sağlamaktadır.
Albümü ilginç kılan diğer bir detay ise klavye dışında piyano bölümlerinin gerçek piyano ile kaydedilmesidir. Bu durum o kadar gerçekçidir ki bu kaydı dinlediğinizde o sıradan gotik ve progresif metal gruplarının albümlerinde bulunan çiğ klavye/piyano tonlarını bu albümde bulamazsınız.
Shadow Gallery size bu ayrıcalığı takdim eder. Klasik müzik okulu birincisi Chris Ingles piyanolardan sorumlu bir müzisyendir ve bu isim bu albümde virtüözlük sınırlarını zorlar. Teksaslı gitarist Brendt Allman da solo gitarlarda icra ettiği klasik müzik etkili bölümlerin yanında heavy metal ve dolayısıyla progresif metal içerisinde caz solo kavramını da John Petrucci (Dream Theater) ile birlikte başarılı bir şekilde sunar. Ama ne var ki bu isim John Petrucci kadar tanınmamaktadır, ne yazık ki!
Grubun diğer bir özelliği de beste içerisinde flüt kullanmasıdır. Basist Carl-Cadden James grubun şarkılarının yazımı sırasında flütü beste içerisine öyle bir yerleştirir, öyle bir üfler ki bu da Shadow Gallery’nin çok ayrı bir yerde değerlendirilmesine sebep olur. Zaten geleneksel kalıpları kullanan gruplar içerisinde en yetkin sayılan isim de Shadow Gallery’dir bu özelliğiyle. Mike Baker’ın (geçtiğimiz aylarda aramızdan ayrılmıştır) karakteristik ve bir o kadar da düşsel vokal bölümleri sayesinde de grup “duygusal” bir kimlik kazanır. Progresif metal genellikle duygusuz, aşırı teknik bir müzik olarak tanımlanıyor ama Shadow Gallery müziği bu tanımlamanın karşısında kalın bir duvar örüyor. Bunun açıklaması ise çok basit: “Carved In Stone”!
Birbirini takip eden hikayeler sonuçta bir yere bağlanır. Bu bir yıl veya iki üç yıl olsun farketmez, en sonunda gelir bir yerde noktayı görür. Teknik müziğin aşırı duygusal bir kimlik kazanması Shadow Gallery notalarında anlam bulurken biz besteler hakkında çok önemli olan detaylara bir göz atalım.
Pink Floyd eğer bir müzisyeni gerçekten etkilemişse bunun çok güzel bir örneği bu albümün ilk şarkısı “Cliffhanger”da gün yüzüne çıkıyor. Gary Wehrkamp’ın o ince işçiliğiyle bezeli şarkı açılışındaki Pink Floyd etkileşimini detaylı olarak yüzümüze vuruyor. Vokal melodilerinin üst üste yazılması, geri vokallerdeki sıra dışı yaklaşımlar, davulcu Kevin Soffera’nın müthiş trampet tonları ve aksak ritimleri, ritim gitarların bir tabanca gibi Savatage’in “The Wake of Magellan” albümünü anımsatışı, solo gitar ve klavyenin sanki savaşırmışçasına sunuluşu inkar edilemez bir güzellikle buluşturur dinleyiciyi. Şarkının son dört dakikasında yapılanlar progresif metal müzik açısından en üst noktada yer alıyor. Bu kadar kompleks ve düzenlemeler açısından kusursuz olarak nitelendirilebilecek bir beste “Cliffhanger”. Bitmeyecek bir hikaye anlatır gibi gözüküyorlar ama albüm kitapçığında bu şarkının altında “to be continued” ibaresi yer alıyor. Dediğimiz gibi birbirini takip eden hikayeler sonuçta bir yere bağlanacaktır. (Yıllar sonra başka bir albümde ise (“Legacy”) bu şarkının/hikayenin devam ettiğini görüyoruz.)
Shadow Gallery besteler arasında kısa aralar yerleştirmiş ve bu bir anlamda albümün sinematografik olmasını sağlamış. Bir sonraki şarkı “Crystalline Dream”e geçerken bu duyguyu yoğun bir şekilde hissedebiliyorsunuz. “Crystalline Dream” artık klasikleşmiş Shadow Gallery vokal melodilerinin olduğu (o zamanlarda yaratılmış) teknik yönün üst taraflarda gezindiği ve yine artık klasikleşmiş klavye sound’unun bulunduğu teknik bir beste. Bu şarkıdaki klavye bölümlerinin/tonlarının Dream Theater’ın “Awake” albümünde Kevin Moore’un kullandığı tonlardan daha iyi olduğunu düşünüyorum. Çok zekice yazılmış olmasının dışında sound’un bu kadar oturaklı olması da artı bir yön. “Don’t Ever Cry, Just Remember” ise duygusal piyano pasajları ve flüt melodileri ile albümün klasikleşmiş şarkılarından. Acıyla yankılanan Mike Baker vokalleri sanki bir masal anlatırmışçasına çocuksu geliyor ve bu şarkının en sonunda öyle güzel bir yere bağlanıyor ki onu da klasik müziğin güzelliği ile açıklayabilirim.
Çoğu duyarsız insanın kör olduğu, görmezden geldiği ve her gün yüzlerce insanın öldüğü savaş olgusunun karşısında bir bilge gibi duran Shadow Gallery “Warcry” adlı şarkıda duyarlı insanoğlunun bilgeliğinden bahseder ve Tabiat Ana’ya karşı görevlerimizden birisinin de bu olgu karşısında karşı durmamızı görev sayar. Bu aslında bir Kızılderili düşüncesi, bir geleneğidir ve bundan etkilenmiştir grup. Karmaşık ve duygusal piyano melodileriyle başlayan bu şarkı giderek teknik bir hale bürünür ve o dâhiyane vokal melodilerine bir daha şahit oluruz. “Celtic Princess” ise caz gitar ve klasik müzik etkili piyano melodilerinin harmanlandığı enstrümantal bir çalışmadır. Bu ara bölümde grup elemanlarının enstrümanları üzerinde ne kadar da yetkin olduğu kulaklara sunulur. “Deeper Than Life” ise Shadow Gallery’nin Rush’a açıkça sevgisini sunduğu çok özel bir çalışmadır. Davulcu Kevin Soffera’nın Neil Peart’ı anımsatan aksak ritimleri, Brendt Allman’ın ve dolayısıyla klavyeci/gitarist Gary Wehrkamp’ın bu beste üzerindeki etkisi çok büyüktür.
Ve Alaska. Buzlar diyarı soğuk Alaska. Belki de orası için en etkileyici şarkıyı Shadow Gallery yapmıştır. “Remember i painted pictures of you…” cümlesi ile başlayan bu akustik şarkıyı Mike Baker ve o flüt melodileri öyle şiirsel hale getiriyor ki akşam mum ışığında dinlemeniz bile yüreğinize yüklüce huzur verebilir. Çok duygusal betimlemeler ve benzetmelerle dolu olan bu şarkıda sevgiyi en saf haliyle işlemiştir grup. Albümün sonlarında yer alan yedi bölümlük fantastik epik şarkı “Ghostship” ise Shadow Gallery’nin neden “epik” kelimesini bu müziğe kattığının bir adresidir adeta. Chris Ingles’ın synthesizer denemeleri, müthiş komplike gitar sololar, new age, caz ve klasik müzik (barok müziği gitar soloya uyarlamak) etkilenimlerinin hepsi bu şarkıda buluşmuşlardır. 5,5 dakikalık “Storm” bölümü Dream Theater’ın “Erotomania”sına bir gönderme olmakla birlikte Chris Ingles’ın 4 dakikalık “Enchantment” adındaki solo piyano gösterisi de bu albümün neden üstün olduğunun bir kanıtıdır.
“Carved In Stone”un en sonunda gizli bir beste de bulunmaktadır. Bu çalışmada ise Gary Wehrkamp yine hünerlerini göstermiş bir new age bestesi ile bu duygusal başyapıta noktayı koymuştur. “Carved In Stone” progressive metalde “değeri verilmemiş” bir albüm olarak gözükmekte. Bunun sebebini de yazının başlangıcında açıklamıştık. Dream Theater’ın hüküm sürdüğü bir müzik türünün görülmeyen, arka planda yer alan kahramanları onlar. Pennsylvania’dan Shadow Gallery!
* 29 Ekim 2008 tarihinde bir kalp krizi sonucu aramızdan ayrılan Mike Baker anısına…
Kadro Mike Baker: Vokal
Brendt Allman: Akustik ve elektrik gitar
Gary Wehrkamp: Piyano, gitar, synthesizer ve vokaller
Chris Ingles: Piyano ve synthesizer
Carl Cadden-James: Bas, vokaller ve flut
Kevin Soffera: Davul
Şarkılar 01. Cliffhanger
02. Crystalline Dream
03. Don't Ever Cry, Just Remember
04. Warcry
05. Celtic Princess
06. Deeper Than Life
07. Alaska
08. Ghostship
çok sevdiğim bir gruptur, ilk ve 3. albüm benim için çok önemli eserler olsa da carved in stone nedense daha yüzeysel geliyor. belki çok dinlemediğimdendir ama mesela ilk albümün çiğliğine rağmen yerini çoğu albüm tutamaz.
Cliffhanger candır. Gerçi çoğunluğun aksine ben ilk yarısını daha çok severim.
çok sevdiğim bir gruptur, ilk ve 3. albüm benim için çok önemli eserler olsa da carved in stone nedense daha yüzeysel geliyor. belki çok dinlemediğimdendir ama mesela ilk albümün çiğliğine rağmen yerini çoğu albüm tutamaz.
Mike Baker reyizdir candır kendisini torn şarkısındaki yorumuyla sevmiştim halada yeri ayrıdır reyizin.