Büyük bir kesim tarafından grubun en çok masturbasyon yaptığı albüm olarak gösterilen “Train Of Thought”un ardından, Dream Theater’ın doğru yolda yürüyüp yürümediği hakkında tartışmalar başlamıştı. Grup beste anlamında giderek basitleşen ve icrası kolaylaşan şarkılar yazmış, yaratılabilen her boşluğa birer ikişer solo sıkıştırmış, hatta yumuşak şarkılarda gerçek kimliğini sergileyen LaBrie bile Hetfield’lığa, Mustaine’liğe soyunmuştu. Tüm bunların yapılması çıkan sonucun kötü olacağı anlamına gelmiyordu, hatta “Train Of Thought”un çok sevdiğim bazı yerleri de vardı. Ama Dream Theater deyince aklıma gelmesi gereken bu değildi. Dream Theater adı gibi bir düşler tiyatrosu olmalıydı. “Metropolis Pt. 1” gibi, “Voices” gibi, “The Change Of Seasons” gibi hayaller gördürmeliydi. “Train Of Thought”un yaptığıysa, bir garaja girip enstrumanlara asılmak, ve ne çıktıysa kaydetmek gibiydi. Tıpkı St. Anger diye bir albüm çıkaran diğer grup gibi.
Nihayet grup merakla beklenen yeni albümünü çıkardı. Bu albümden pek çok kişinin farklı beklentileri vardı. Benim beklentim, dakikalarca süren soloların olmadığı, Dream Theater’a özgü o “elit” havanın hakim olduğu ve müzisyenliğin gerçek anlamdaki tanımının, iyi bestekarlığın sergilendiği bir albüm olmasıydı. Çoğu kişi gibi ben de gitar alıştırmalarını ve aralara serpiştirilen temel solo kalıplarını dinlemek istemiyordum –gitar kullanımını ve uzun soloları çok sevsem de, asıl amaç bir şarkı yazmak olmalı. Petrucci’nin bunları yapabildiğini zaten yaklaşık 15 yıldır biliyorduk. Bir albümlük siyah-beyaz solo dersi yeterliydi; grup bu albümde rengarenk “şarkılar” yazmalıydı.
Ve “Octavarium” çıktı. Herkesin bakış açısı farklı olsa da, ben albümü yeterince renkli buldum. İlk olarak promo’larını dinlediğim “These Walls” ve “Panic Attack”ı pek beğenmemiş olsam da, albümün tamamını duyunca bu düşüncelerim bir anda ortadan kalktı. Albüm ilginç bir şekilde, grubun en yumuşak, icrası en kolay, en rahat sindirilebilen, hatta en radyo dostu diyebileceğimiz çalışmasıydı, ama bu yeni yaklaşım -nasıl olduysa- benim çok hoşuma gitmişti.
Şarkılardan bahsedecek olursak, aslında pek çok şarkının Dream Theater’a hiç benzemediğini söylememiz mümkün. Örneğin Dream Theater’ı çok seven kardeşim, “Şarkılar güzel, ama bu artık Dream Theater değil” diyordu. Gerçekten de öyleydi. Dream Theater eskiden adı gibi hayaller gördürür, başka hiçbir grubun ulaşamayacağı yerlere çıkan grup olarak bilinirdi. Ama artık onlar da “sıradan” şarkılar yazan bir gruptu. Ama “iyi” sıradan şarkılar.
“The Root Of All Evil” albümün Dream Theater gibi başlayan ve bu havayı devam ettiren birkaç şarkısından biri. Albümün en iyisi diyemeyeceğim ama oldukça iyi bir parça. Albümün bundan sonrası, birkaç istisna dışında yoğun bir hüzün havası taşıyor. Grup da bunu amaçlamış olduğunu belli edercesine ikinci sıraya yavaş bir şarkıyı, “The Answer Lies Within”i koymuş. LaBrie bu şarkıyla birlikte yavaş şarkılarda neler yapabildiğini bir kez daha hepimize gösteriyor. Son derece başarılı bir vokal performansı ve çok güzel, huzur verici bir şarkı. Özellikle yaylılar çok güzel kullanılmış. Petrucci’nin yazdığı sözleri biraz fazla sıradan buldum açıkçası ama LaBrie’nin performansı bu sıradanlığı da önemsiz kılıyor.
“These Walls” ilk dinleyişte sıkıldığım ve hoşuma gitmeyen bir parça olmuştu. Çok basit ve özelliksiz gelmişti. Ama albümün tümünü dinlediğimde bir şekilde favorilerimden biri haline geldi. Yine LaBrie burada akıl almaz bir yorum gücüyle şarkıyı alıp götürmeyi bilmiş.
Dördüncü sıradaki parça, bende farklı duygular uyandırdı. Bir yandan parçayı çok beğensem de, diğer yandan nakarat öncesi bunalım bölümün nakaratta bir anda “umudum var” tarzı bir optimizme girmesi, açıkçası bir ikilem yaşamama neden oldu. Bir yandan iyi bir şarkı diye düşünürken, diğer yandan bu bunalım havayı devam ettirmedikleri için sanki hatalı bir seçim yapmışlar gibi hissetmeye başladım. Pek çok kişi parçanın bu halini çok beğenmiş. Ben de öyle, ama çok daha fazla beğenme ihtimalim bir kaç saniyelik bir nakarat engeline takıldı (o da nakaratın iyi olmadığından değil, bence parça içinde sırıttığından dolayı).
“Panic Attack” albümdeki “Dream Theater gözükmeye çalışan” ve gaz parçalardan biri. Muse-vari vokallerin ilk olarak karşımıza çıktığı bu şarkı, ortanın üstü diyebileceğim ama yine de çok sağlam bölümleri de olan bir çalışma. Seviyorum bu şarkıyı da (canısı…).
Bir sonraki “Never Enough” girişteki mükemmel riff ve sonrasında gelen bariz Muse etkisiyle göze çapıyor. Özellikle bazı vokaller Muse’un “Muscle Museum” parçasını hatırlatıyor. Yine de PaleFire’ın görüşlerini taşıyor ve bu parçanın ana riff’ini grubun son yıllarda yazdığı en iyi riff olarak görüyorum.
Sona iki parça kalıyor. Bunlar albümün en uzun iki şarkısından biri olan 10 küsür dakikalık “Sacrificed Sons” ve 24 dakikalık süresiyle albümün kapanışını yapan “Octavarium”.
“Sacrificed Sons”, bir önceki albümdeki “In The Name Of God” gibi 11 Eylül için yazılmış bir parça. Sözlere baktığımzda: “Tanrı’nın gerçek Aşkı Nefretle ilgiliyse, ettikleri dualarda bir anlam bulamıyorum…” diyor grup. Burada grubun müslümanlık ya da hristiyanlıkla ilgili tavrına girmeye gerek yok. Özellikle Petrucci’nin Amerika’nın Orta Doğu’daki savaşıyla ilgili söylediği pek de hoş olmayan demeçleri var, ama bunlar konumuz değil. İsteyen sözleri okuyabilir. Müziğe bakacak olursak, parçanın ilk yarısının yumuşak, ikinci yarısının ise coşkun olduğunu görüyoruz. Açıkçası ilk yarısı biraz sıradan geldiyse de, ikinci kısım oldukça sağlam bölümlere, özellikle de yaylılarla desteklenen çok hoş anlara sahip. Bunun dışında 7.50’de giren basit ama etkili ritm de çok hoşuma gitti. Şarkının sert kısımları nedense bana “Scenes From A Memory” albümünü hatırlattı.
Son şarkı “Octavarium” ise başlı başına bir olay. Şarkının şurası şöyle güzel, burası böyle güzel deme gereği duymuyorum; her anıyla kusursuz bir başyapıt, hatta grubun yazdığı en iyi şarkılardan biri demekte de hiçbir sakınca görmüyorum. Tam yirmi dört dakikalık bir şölen.
Albümün son bir değerlendirmesini yapmam gerekirse söyleyebilirim ki, Dream Theater artık o bildiğimiz her anı üstün müzisyenlik barındıran ve kimseye benzemeyen müziği yapan grup değil. Bu albümdeki bazı şarkılar ünlü pop-rock gruplarından duyabileceğimiz türde, gayet kolay icra edilebilen ve dinlenebilen parçalar. Ama sonuçta, hepsi de iyi parçalar. Şahsen albümü çok beğendiğimi ve grubun samimi davrandığını düşündüğümü söyleyebilirim. Eğer öyle davranmadılarsa da, sonuçta iyi bir iş çıkarmayı bilmişler. “Octavarium”u alın falan dememe de gerek yok, çünkü zaten bahsettiğimiz grup Dream Theater; her ne kadar artık uyanınca hemen unutulan düşler gördürseler de.
Octavarium mükemmel bir şaheser bence.
“Özellikle bazı vokaller Muse’un “Muscle Museum” parçasını hatırlatıyor. Yine de PaleFire’ın görüşlerini taşıyor ”
Bu ekşi sözlükteki palefire mı?
29.08.2011
@Avcı, evet. eski bi yazı, o kısmı düzeltmeyi unutmuşum.
hayret, buna nasıl bu kadar az yorum gelmiş. şaheser değil elbet ancak güzel bir albüm octavarium.
sıkıntı belki bende de olabilir ama bu albümü defalarca kez dinlememe rağmen çoğu zaman aklımda ne bir söz ne bir riff kalıyor. hatta öyle ki bazı şarkıları birbirleri ile karıştırıyorum.
buna rağmen aklımda hep güzel yer etti.